EDEBİYATÖYKÜ

Gecenin Aydınlığında

Herkesin karanlık olarak yorumladığı gece, onun için aydınlığı ifade ediyordu. Gece onun
için nefes almak demekti. Yanlış anlaşılmasın, vampir değil kendisi fakat yaşamın gecede
saklı olduğuna inanırdı.
Kendini bulduğu bu gecelerde, aydınlığına vurulan her bir baltayı -sarhoş insanların attığı
nidalar, bas bas çalan müzikler, bavulların tekerlek sesleri ve daha nicesi- kendisine
saplanmış sayardı. Yumruklarını sıkar, sinirden domatese dönen yüzünü normale
döndürmek için insanüstü bir çaba sarf ederdi. Ederdi de ne olurdu, baltalar saplanmaya
devam ederdi.
Bu gece, yaşadığı en zorlu gecelerden biri olduğunu düşündü. Sırtına saplanan baltaların
bir türlü sonu gelmiyor, dolayısıyla da yaşamın derinliklerine ulaşamıyordu. Gündüz
vaktini gecenin hayali ile geçirdikten sonra karşılaştığı bu muamele hiç adil değildi.
Kendisine düşman insanların, günlerdir sulamadığı çiçeklerinin bu adaletsizlikten sorumlu
olduğunu düşündü. Fakat bu suçluların en büyüğü, gecenin ta kendisiydi. Böylesi bir
muameleye izin vermemeliydi.
İçi acıyarak da olsa geceyi suçladı. Hayatını ona adamışken böyle bir çelme yemeyi
kaldıramamıştı doğrusu.


Gecenin içinde
Bir kutup güneşi gibi belirdi
Soluk küllerin üstüne çizdiğim yüzün” (Anı, Ferit Edgü)


Kendisine yapılan bu alçaklığı düşünürken yavaşça belirmeye başladı gecenin ışığı.
Kendisini henüz göremiyordu. Para uğruna inşa edilen modern hapishaneler, gecenin
muhteşemliğini gölgeliyordu.
Doyumsuz insan ırkı, hırs uğruna doğayı mahvetmişti ve gecenin çocukları -yıldızlara
böyle hitap ederdi-, sanki kendisi sorumluymuş gibi onu terk etmişlerdi. Kendisine dargın
olsalar da o, ara sıra onları görebilmek uğruna güzel bir teleskop satın almıştı. Bu cihaz
sayesinde haftanın birkaç günü gecenin çocuklarına bakar, onlardan tüm insanlık adına af
dilerdi. Duyup duymadıklarını bilmeden…
Gecenin ışığı adım adım ortaya çıkıyordu. Gergindi. Gergindi çünkü yaptığı hatalar nasıl
karşılanacaktı bilmiyordu. Kızacaklar mıydı ona yoksa geceden sürgün mü edilecekti?
Sürgüne dayanamazdı. Geceden başka hiçbir şeyi yoktu bu hayatta.
Hayat, gece demekti onun için.



Duruşma Saati
Duruşma saati gelip çattı. Ay, olanca güzelliğiyle kendini nihayet göstermişti. Bu güzellik
karşısında yaşam, bir saniyeliğine de olsa durmalıydı diye düşündü. İnsanı rahatsız eden
sivrisinekler, apartman altlarından hızlıca geçen fareler ve hapishane hayatı yaşayan
ağaçlar… Bir saniye de olsa durmalı ve Ay’a selam vermeliydiler.
Böyle bir şey olmadı.
Yaşayan yeryüzü kime hak ettiği değeri vermiş ki Ay’a selam versin? Bu gerçeği
hatırlayınca kendi kendine alaycı bir gülüş attı.
Mübaşir kılıklı bir yarasanın kendisine seslenmesi ile gecenin gerçekliğine geri döndü.
Yarasanın kendisine seslenmesine mi şaşırmalıydı yoksa yarasanın mübaşir kılığında
olmasına mı bilemedi. Gerçi bu şaşkınlıklara ayıracak vakti pek yoktu. Zira sıra kendisine
gelmişti. Kısıtlı zaman diliminde Ay’ı bekletmek pek ayıp kaçardı doğrusu.



Karar Verildi
Kurunun yanında yaş da yanar derler ya, şu an tam olarak bu deyimin vücut bulmuş
haliydim. Suçum ne mi?
İnsan olmak.
Üzerinde yaşadığımız doğa katledildi, hayvanların canına kıyıldı, masum çocukların
geleceklerine kocaman bir kesik atıldı. Bunların hiçbirini ben yapmadım elbette.
Fakat sessiz kaldım.
Eyleme geçirmemişsem de sessiz kalarak bunları yapanlara ortak oldum. Bir hayvana zarar
verilirken başımı öteki tarafa çevirdim. Ağaçlar kesilirken evimde bacaklarımı uzatarak
keyif yapmaya devam ettim. Çocuklar… O masum çocukların hayatları ile oynanırken ise
sadece lanet okumakla yetindim. Sanki bir çözüm yoluymuş gibi.
Bu yüzden, en az bunları yapanlar kadar suçluydum. Yeryüzü beni suçlu bulmuyorsa bile
gökyüzünde suçluların en adisiydim. İnkâr etmiyorum suçumu, vicdan azabı ile yaşamak
belimi bükmüştü çünkü. Artık yüzleşmeli ve cezasını çekmeliydim. Kaçacak yerim
kalmamıştı.
Geceden sürgün de edilsem, her gece yüzlerini görme umuduyla bakındığım yıldızlar bana
ömür boyu sırt da çevirecek olsa, cezamı çekmeliydim. Çekmeli ve bu yükü sırtımdan,
vicdanımdan atmalıydım.
Ve karar verildi.